Buzlar Çözülmeden…

I. KISIM

Orhan Veli Kanık

Gün olur alır başımı giderim. – Orhan Veli

Epey zamandır ertelediğim bir şeyi yaptım, gittim. Nereye? Aslında mekanın hiçbir önemi yok. Önemli olan tek başına çekip gitmekti ve bunu başardım. Hem de beş parasızken. Doğumumdan itibaren hayatımda bana yoldaş olan tek şey sadece bozuk bir kalp değildi elbet, bu bozuk kalple beraber doğuştan gelen bazı yeteneklerim de yok değil. Sağ olsunlar ara sıra kendilerini gösterirler de bir şeyler karalar üç beş para kazanır karın tokluğuna yaşarım. Gördüğünüz üzere aslında öyle vah vah bir beş parasız sayılmam, acıktıkça kalemimi satar satar yerim. Varsa aklınızda böyle bir plan yola çıkmadan önce cebinizi dolduracak ufak tefek yetenekleriniz olsun yoksa yol yokuş mu yokuş anasını satayım. Nereden mi biliyorum? Bu ilk kaçışım değil oradan biliyorum. Gelin anlatayım. Yıl 1995. Yanlış okumadınız yıl 1995. 2 yaşındayım. Olan biteni hatırlamam fakat anlatırlar. Her sabah ablamlarla beraber uyanır onların okul servisine binip gidişlerini izlermişim. Bir gün yeter bu izleyişler deyip eyleme geçmişim. Güzel annem, benim gün içindeki uyuma saatlerimi fırsat bilir işlerini yoluna koyarmış. Yine öyle bir vakit beni uyuttuğunu sanarak günlük köy işlerini yapmaya koyulmuş. Peki ben ne yapmışım? Tüymüşüm. İki yaşındaki bir velet olarak sürüne sürüne tam 1 km’ye yakın yol gitmişim. İlginçtir okulun yönünü de tutturmuşum. Sanırım tutturduğum ilk ve son şey. (Gülücükler) Annem beni bulamayınca ortalığı ayağa kaldırıyor tabi. Köy ahalisi başlıyor beni aramaya.Halamın kızı Nurcan Abla buluyor beni boş bir arazide. Güzel anamın kalbine inen ilk korku geçirdiğim ameliyatlar değil yani.
Bakın bu ilk kaçışım. İki yaşımda başlamışım mesaiye. Sevmişim bu işi belli. İkinci kaçışım kısa sürdü ama sebebi göt korkusudur. Anlatayım.

Boş Beşik (1969)

Bir film vardı bilmem bilir misiniz adı Boş Beşik. Fatma Girik oynuyor. Bir kafile ile yola koyuluyorlar, atlar, eşekler, develer yol boyu gidiyorlar. Fatma Girik biraz kafilenin gerisinde kalıyor, elinde devenin ipi, devenin hörgücündeyse beşiğin içinde mışıl mışıl uyuyan Murat bebek var. Gökyüzünde ise bir kartal uçmakta efil efil, ılgıt ılgıt, sinsi sinsi… Gelir konar beşiğe alır yavrucağı götürür. Biraz sonra böğrüne bir acı saplanır Fatma Girik’in, deveyi diz çöktürür yavrusuna bakmak için, ama beşik boştur, kameraya doğru bir çığlık atar ki aman yarabbi… Şimdi biliyorum böyle dümdüz okuyunca bir olayı olmuyor ama benim derdimi köyde büyüyenler bilir. Hele bir de sağa sola kaçmayı seven biriyseniz aman ki aman. Büyükler hep uyarır, aslında uyarmak denmez ya buna bildiğin korkuturlar. Aman oraya gitme öcü var, bataklıkta hortlak var, mezarlıkta cin var, tarlada peri, derede ayı, gökyüzünde kartal… Sanırsın köy değil korku evi. İşte böyle bir ortamda o kartalın bebeği kaçırması, Fatma Girik’in çığlıkları derken Freud dedem şahit bilinçaltım allak bullak oldu. Herkes Freddy Krueger’den, Chucky’den, Çığlık’tan korkarken ben gökyüzünde kendi halinde uçan, “ulan bugün de aç kaldık yok mu bir fare falan yardırıp yakalasam da karnımı doyursam” diyerek kanat çırpan kartal kardeşten korkar oldum. Şimdi bu korkumun benim ikinci kaçışımla ne alakası var? Olmaz olur mu? Bir gün bisiklete bindim balığa gittim. Yol yokuş aşağı olunca bisikletle gitmesi zevkli ama bir de bunun çıkışı var, çocuk haliyle o pedallere asılması var. Vardım nehir kenarına attım oltamı suya, iyi güzel takılıyorum derken tepemde bir kartal belirdi. Kartalı görür görmez Fatma Girik’in “MURAAAAAATT” diye bağırdığı sahne direkt gözümde belirdi. Allah belasını vermesin o sahnenin. Kaptı beni bir telaş. Yok canım kartal benimle neden ilgilensin ki dememe kalmadı bu hayvan hem tepemde dönmeye hem de bana götüm götüm yaklaşmaya başladı ya da ben öyle geliyor korkudan. Çektim oltamı sudan, hızlıca toparlandım, bindim bisiklete gidiyorum ama nereye kadar, dönüş yolu yokuş. Gücüm bitti, bacak kaslarım dayanmıyor, bisiklet ağırlaştıkça ağırlaşıyor ve lanet olası kartal hala peşimde. Bir karar vermem gerekiyordu ve bende bisikleti bırakıp arkama bile bakmadan köye doğru koşmaya başladım. Az önce bisikletin üstünde nefes nefese kalan ben şimdi Şener Şen vari bir şekilde ayaklarım götüme vura vura koşuyorum. Eve vardığımda kapkara olan yüzüm kıpkırmızı olmuş ahım gitmiş vahım kalmıştı. Bizimkiler ne oldu diye sordular haliyle, aldıkları cevap karşısında kahkahalar atarak güldüler. Dedim bisiklet orada gidin alın. İki ablam komşunun bisikletini de alıp gittiler. Dönüş yolu bir facia oldu onlar için. Büyük ablam yüksek hızla gelirken çakıllı yolda kayıp düşmüş. Eve geldiğinde her yeri kan içindeydi. Elinde, kolunda, sırtında ve dizinde dikiş isteyen açılmalar vardı. Ablamın bu hale gelmesine sebep olan bendim ve babamın bunu öğrendiğinde bir kartal edasıyla üstüme çullanacağına adım gibi eminim. Ablamı hastaneye götürdüler apar topar, ortalıkta kimse kalmadı, derin bir sessizlik ama hayra alamet değil belli, kıyamet öncesi sessizliği bu. En iyisi kaçayım dedim ve bir günlüğüne ortadan kayboldum. Ertesi gün saklandığım yerde uyandığımda (komşusunun çatısındaydım) birileri adımı sesleniyordu. O seslere kulak verdim. Ve böylece ikinci kaçışımın sonuna gelmiş bulundum.

O günlerinden bir fotoğraf…

Üçüncü kaçışıma çok değinmeyeceğim. Üniversite yıllarıma denk gelir. Direkt aile evinden kaçmadığım için diğerlerine göre heyecanı çok yoktur ama benim için en lezzetlisidir. Aslında bir kendini oldurmaca kaçışıydı bu. İç dünyama ve dış dünyaya dair, kendimi bulmak, insanları tanımak, içinde yaşadığım zamanı hissetmek amaçlı bir uzun yolculuktu. İlk gençlik yıllarıma denk gelen bu yolculuk birçok şey kattı bana. Bugün olduğum insan olmamı o günlere borçluyum diyebilirim. Neler yaptım, neler yapamadım, nerelere gittim, nerelerde kaldım, ne yedim, ne içtim, nasıl para kazandım, nelere şahit oldum, yolculuk boyu neler oldu bitti ve ben tüm bunlardan ne anlamlar çıkardım… Kim bilir…
Bunlardan hiç bahsetmeyeceğim. Hayatımın en güzel dönemine ait bu anılar hep bakir kalacaklar, o güzel günlere dair içsel bir saygımdır bu.

Köyümden bir kış manzarası…

Ve gelgelelim bu son kaçış. Bu kaçışın hikayesi de bambaşka. Çünkü yakın geçmişte detaylandıramayacağım kadar çok şey yaşadım. Ama öyle ama böyle şimdilik ayaktayım. Fakat neden bilmem kaç zamandır üzerimde bir hüzün var. Bunun nedenini öğrenmem lazım. Ve bir de çare bulamadığım yalnızlığım. Size bir itirafta bulunayım. Çok yoruldum. Hem ruhum yoruldu hem bedenim. Ama geçecek inanıyorum.
Bu arada köyümü çok özledim.
Ama öyle yazını, baharını değil. Kışını özledim.
Gidebilirsem buzlar çözülmeden gitmeye çalışacağım bu kış. Bembeyaz kara sırt üstü uzanıp çocukluğuma dair acı tatlı anıları hatırlamaya çalışacağım.
İşimiz rast gitsin dostlar. 🙂


II.KISIM

Cevat Fehmi Başkut (1905-1971)

Bir Oyun…

Cevat Fehmi Başkut ülkemizin yetiştirdiği ve yurtdışına açılan ilk Türk oyun yazarımızdır. Kıymeti biliniyor mu tartışılır. Ömrü boyunca eserlerinde yozlaşmış insanları ve devlet idarelerini ele aldı. Kıymetinin neden bilinmediğini az çok anlamışsınızdır. Yazdıkları sadece kendi zamanına ait şeyler değillerdi veya belki de öyleydiler de bizler o dönemlerden bu dönemlere gram ilerleme kaydedemedik. Paydos en bilinen oyunlarından biridir, yurtdışında sahnelenen ilk Türk oyunu olma özelliği de taşır aynı zamanda. Paydos ile beraber Soygun, Ayarsızlar, Büyük Şehir, Küçük Şehir, Harput’ta Bir Amerikalı, Hacıyatmaz ve Buzlar Çözülmeden en önemli eserleridir. Bu yazıda biraz Buzlar Çözülmeden‘den bahsedeceğim. Buzlar Çözülmeden sağlam bir toplum ve idare eleştirisidir. Ve eleştirdiği noktalar günümüzde bile hala geçerliliğini korumaktadır. Oyun 27 Mayıs darbesinden sonraki dönemde bir kasabada geçer. Lakin mevsim kıştır ve yollar kapanmıştır. Ayrıca kasabalının tek sorunu yolların kapanması da değildir. Yolsuzluk, sömürü, yoksulluk kasabalının en büyük dertlerinden sadece birkaçıdır. İşte bu kasabaya bir kaymakam gelir ve ağalara, karaborsacılara, softalara dur der. Diğer kaymakamlardan oldukça farklıdır, değişiktir halk ağzıyla. Bu güzel kaymakamımızın akıl hastanesinden kaçmış bir deli olduğunu öğrendiğimizde de oyunun sonu gelir, perde kapanır. Kendilerine akıllı diyenlerin bozduğu bu düzeni bir deli düzeltir sizin anlayacağınız. Oyun en son 2020 Ekim ayında Antalya Devlet Tiyatrosunda sahnelendi.

İki Film…

Buzlar Çözülmeden (1965)

-Buzlar Çözülmeden (1965)

Oyunun yazıldığı yılda çekilmiş ilk filmdir. Yönetmenliğini Nejat Saydam yapmıştır. Kaymakam rolünde ise Fikret Hakan vardır. Dönemin şartlarına göre şahane bir performans sergilemiştir. Oyunun kış mevsiminde geçmesi filmin çekim şartlarını zorlaştırsa da ekip olarak üstesinden gayet iyi bir şekilde gelmişler. Filme dair bir anekdot verelim, bazı sahnelerde eriyen kara çözüm için dağlardan kasabaya konteynırlar ile kar taşınmış.
Ne büyük bir çaba ama!

-Deli Deli Küpeli (1986)

Oyunun beyaz perdeye aktarıldığı ikinci film daha bir tanıdık. Yönetmenliğini Kartal Tibet‘in üstlendiği bu filmde ise kaymakam rolünde usta oyuncu Kemal Sunal varken ona Yaman Okay, Reha Yurdakul, Yavuzer Çetinkaya ve İhsan Yüce gibi büyük isimler eşlik ediyor. Orijinal esere ve 1965’te çekilen filme göre daha mizahla harmanlanmıştır bu yapım. Ele alınan dönemde 60 darbesi değil 80 darbesi sonrasıdır ama o günlerden bugünlere değişen kocaman bir hiçtir.

Deli Deli Küpeli filminin lobi kartları…

Gerek oyunun sonunda gerekse bu iki güzel filmin sonunda göreceksiniz ki Türk siyasetinde ve toplum yapısında değişen hiçbir şey yok. Ağanın (Banka) halka yüksek faizle borç verdiği, rakı içen dindar tüccarın (Din adamları) ağzından din iman cümlelerini eksik etmeyip karaborsacılık yaptığı ve hatta halka at-eşek eti sattığı, fırıncının ekmekten 500 lira, oduncunun ise bir sepet odundan 5000 lira aldığı, (Denetimsiz yandaş esnaf.) partici avukatın bunların hepsini koruyup kolladığı, (Bürokrasi ve Yandaş Hukuk), bu duruma isyan eden halka eşkıya tarafından (Asker, Polis, vs.) dayak atılıp üzerine bir de, “Eşkıya mısınız lan siz?” dendiği bir eser.
Adeta bir günümüz güzellemesi.
Halimiz içler acısı…

Ve Bir Müzik

Bu güzel eser sadece iki güzel filmle onurlandırılmadı tabi. Üstüne bir de Moğollar grubu tarafından bir beste yapıldı. Ayrıca bu beste Deli Deli Küpeli filminde de kullanıldı. Fakat bu bestede bir şey var. Sadece eski zamanlarda olan ve günümüzde özlemini çektiğimiz, arzuladığımız fakat ne olduğunu anlayamadığımız bir şey. Bu kimisine göre geçen zamanın kendisidir kimisine göre de ölümsüz bir anın tekerrürü.

Filmleri seyretmenizi, müziği dinlemenizi ve eğer bir gün denk gelirseniz de oyunu izlemenizi tavsiyelerim dostlar. Bize bu güzellikleri bırakan insanların hatırına.
Esen kalın…

-Mgk

Yorum bırakın