Başucumdaki Mum, Yağmur ve Radyo…

“Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.” der Edip Cansever. Ne güzel betimlemiştir onu. Gerçekten de öyledir, çocukluğumuzun özlemlerimize, anılarımıza etkisi kadar duygularımıza, karakterimize; gündelik alışkanlıklarımızdaki seçimlerimize ve beğenilerimizin bedenlerimizdeki yansımalarına kadar etkisi tartışılmaz. Ve hiçbir zaman bu teması kaybetmez. Çocukluğumuz, hafızalarımızın en derinlerinde, siperde ileri atılmak için emir bekleyen bir asker misali daima hazır olda beklemektedir. Tabii benim yorumum en fazla bu kadar olacaktır keza ben bu durumu derinlemesine irdeleyecek, bilimsel ve psikolojik tahliller yapabilecek yetide bir insan değilim.
Ki bu yazıdaki görevim de bu değil.
Fakat…

Bazı şeyler vardır ki tatlı bir meltem misali insanın yüzüne yüzüne vururlar. İnsana geçmişten güzel hikayeler fısıldarlar. Bu kimi zaman bir koku, kimi zaman bir ses, kimi zaman ise içinde yalnızca bir masa ve sandalye bulunan soluk gölgemsi bir manzara aracılığı ila olur. Öyle bir andır ki o, zamanı bükerek içinde bulunduğumuz anı geçmişteki hatıramıza yaklaştırır ve sanki aynı anı tekrar yaşıyormuşuz gibi hissettirir. İşte ben böyle şeyler karşısında halet-i ruhiyemi bir avunma halinde bulurum. Böyle anlar bana yaşadığımı hissettirir, insanlığımı hatırlatırlar; soğuk, ağır ve mekanik bu dünyadan kaçarak kadife ile kaplanmış sıcacık bir yatağa uzanıp cümle alemi seyretme ve olan bitenlerden çeşitli anlamlar çıkarma şansı tanırlar.

Fakat demiştim…
Geçmişin, yaşadığımız ana dokunmasından, onu renklendirmesinden ve karakterimizdeki birçok mihenk taşını oluşturuyor olmasından ziyadesiyle keyif alıyorum.

Malum artık zaman yazdan ve sıcaklardan laf açacak zaman değil. Büyük bulut kütleleri dünyamızı çevreledi. Çok sevdiğimiz güneşi ve sonsuz maviliği bir mahkumdan esirgercesine bizden esirgiyor. Olsun biz bu mevsimsel hasretliği de seviyoruz. Sadece güneşi, gökyüzünü değil kara kara bulutların taşıdığı efkarı ve hüznü de seviyoruz. O bulutların taşıdığı yağmurlar yabancı kültürlerde bir lanetlenme olsa da bilakis bizim kültürümüzde bir arınmanın ifade şeklidir. Yazın günahlarını ruhumuzdan arındırır sonbaharın kadim yağmurları. Ben o yağmurları kendimi bildim bileli çok severim. Hem uzun uzun seyretmeyi hem de altında tatlı tatlı ıslanmayı.

Bu yazıyı yazmazdan evvel güzel bir yağmur havası altında sessizliği kıskandıracak kadar sessiz bir şekilde çocukluğuma yolculuk ettim. Hiç unutamadığım, bir tuvale resmedilmiş gibi zihnimde asılı duran birkaç manzaram vardır. Köyümüz güneydoğudaki yolu, elektriği olmayan ıssız köylerden değildi elbet. Lakin şimdilerde hala devam edip etmediğini bilmediğim garip bir mezhep ayrımına maruz bırakılıyordu. Bu sebeple belli başlı imkanlarla geç tanıştığımız doğrudur. Televizyon yerine radyonun, elektrik yerine varsa gaz lambası yoksa mumun kullanıldığı dönemler benim çok yabancısı olmadığım, büyüklerin dillendirdiği masalsı bir anlatıdan ziyade gerçekliğini tattığım; bu imkansızlıklara sebep bırakılma açısından kötü fakat muhayyilemde bıraktığı tesirlerden mütevellit benim için gayet lezzetli dönemlerdir. O vakitlerde evimizde “Aga” marka ahşaptan yapılma; şimdilerde nostaljik sayılabilecek ama vakti zamanında bunun farkında dahi olmadığımız, birkaç tane büyük pille çalışan hoş bir radyo vardı. Radyo vardı var olmasına ama çektiği kanal sayısı rakamla “1”, yazıyla “bir” idi. Sadece maharetli devletimizin TRT’sinin sesi gelirdi o küçük kutucuğun içinden. Kutucuğun üzerinde küçük bir delik vardı. Ablamın marifetidir o delik. Evdekiler bunu neden yaptığını sorduğunda da cevabı, “radyonun içinde konuşan o küçük adamı kurtarmaya çalıştım.” olmuş. Evde ne zaman o eski radyonun bahsi açılsa ardından konu derhal radyonun içindeki o küçük adama ve ablamın kahramanlık uğruna az kalsın radyomuzun canına kastetmesine gelir.

Ben bu güzel radyonun başına üşüşür o tek kanaldan çıkan her sese kulak asardım. Fakat nedendir bilmem bir programa pürdikkat kesilirdim. “Klasik Kuşağı” adlı müzik programına. Şimdilerde enstrümantal müziğe olan keyfi ilgim sanırım o zamanlardan kalma bir hediye bana. Yağmurlu günlerde o programı dinlemek ise ayrı bir keyif verirdi. Radyonun daha iyi çekmesi için pencere dibine oturur uzak dağlardaki şimşeklerin çakışını, pencereye vuran ve aşağı doğru üstünkörü bir hesapla süzülen damlaları izler; sac çatıya vuran yağmurun sesiyle beraber radyodan gelen o enfes tınıları dinlerdim. Bir nevi doğa senfonisiydi bu. O ortam, evin loş havası, dışarıdaki gri atmosfer… Bu vakur ve durgun ortamın yarattığı fevkaladeliğin karakterime ve ruhuma teşekkül etmesi kaçınılmazdı.

Hele akşamları bir başka güzel olurdu. Bilmem macunlu camları bilir misiniz? En ufak bir boşluktan içeri ince ve sevimsiz bir rüzgar sesi girer, girmekle de kalmayıp insan bünyesine o çelimsiz haliyle bir üşüme hissi tesir ettirirdi. Bununla beraber hemen yanı başımızdaki bahçeyi sahiplenen kavak ağaçların rüzgarla dans ederken çıkardıkları ve bana öyle geliyor ki bizlere bir şey anlatmaya çalıştıkları müthiş fısıltıları pek de yalıtımı iyi olmayan macunlu camlardan geçerek kulaklarımıza gelirdi. Böyle akşamlarda bana sadece bu olağan sesler eşlik etmezdi. En küçük bir hava dalgasına bile sinirle tepki gösteren titrek mum alevini bugün bile unutamam. O mumu bencilce başucuma alır, evdeki diğer ahaliyi görece karanlığa boyardım. Çünkü mum ışığında kitap okumak bana o kadar lezzetli gelirdi ki bunun için babamın ara ara karanlıktan sinirlenip bağırıp çağırmasını bile göze alırdım. O titrek ışığın altında Aziz Nesin’in kitaplarını; yaşarken Ankara’da bir söyleşisine gidip elini öptüğüm, birkaç sene evvel ebediyete uğurladığımız, bir büyüğüm, yol gösterenim kadar sevdiğim canım Muzaffer İzgü’nün kitaplarını büyük bir iştahla okurdum. Orta Direği Yıkan Ayı’nın macerası, ve kitapta yer alan diğer öyküler ilk okuduğum heyecanla hala aklımdadır. Sabahları daha alternatif yayınların yapıldığı, klasik müziğin çaldığı TRT radyosunda akşam olunca genel kitleye hitap eden programlar yayınlanırdı. Önce haberler, ardından ise Türk halk müziği ya da Türk halk musikisi okuduğum kitaplara fon sesi olurlardı. Radyo tiyatrosu ise cabası.
O da bir başka yazımızın konusu olsun.

Bağımıza gazel düştü güz oldu
Geçti bu vakitler anam hemen tez oldu
Derdim binbir iken bin beşyüz oldu
Çekemem bu derdi de yavrum bölek seninle…

İşte bu yağmur havası altındaki akıl denizimin kıyısında, dalgaların salladığı o küçük balıkçı takaları gibi bir sağa bir sola sallanan düşüncelerim bu ve benzeri geçmiş anılarımdan oluşuyordu…

Anılarınızla kalın, hoş kalın…

– Mgk

Yorum bırakın