Bir Bela Tarr şaheseri: Werckmeister Harmoniak

“İlk olarak; şahidi olduğumuz olayları önemsemeyeceğiz. Güneşin en parlak ışınları, Dünya’nın hep bu tarafını ısıtır ve aydınlatır ki az önce de tam bu tarafa döndü. Biz de parlaklığında dururuz, burada. Bu da Ay. Ay, Dünya’nın etrafında döner. Ne oluyor? Aniden Ay’ın yörüngesinin, Güneş’in yanan topunun üstüne girinti yaptığını görürüz. Bu girinti, karanlık gölge giderek büyür, büyür. Daha da örtüyor, daha da, yavaşça sadece Güneş’in ufak hilal parçası kalıyor, göz kamaştıran hilal. Bir sonraki esnada; öğleden sonra bir civarında diyelim, en dramatik oluşum meydana geliyor. O anda hava aniden soğuyor. hissedebiliyor musunuz? Gök kararıyor, sonra her şey karanlığa batıyor. Köpekler uluyor, tavşanlar çömeliyor, geyikler telaş içinde kaçıyor, kaçıyor, dehşet içinde koşuyor. Bu akıl sır ermez tozda, kuşların bile, evet kuşların bile kafası karışıyor ve tünüyorlar. Sonra…ve sonra derin sessizlik.

Her şeyin içinde hala yaşam var. Tepeler çökecek mi? Cennet üzerimize mi düşecek? Dünya altımızdan açılacak mı? Bilmiyoruz. Bilmiyoruz, bize hücum eden tam tutulmayı. Ama yersizdir korkmak. Bitmedi. Güneş’in yanan kütlesinde Ay yavaşça süzülüp geçer. Ve Güneş tekrardan, Dünya’ya doğru patlar ve parıltı tekrar ulaşır. Sellere karşı Dünya’yı ısıtarak kurtarır. Derin duygu herkesin içine işler. Karanlığın ağırlığından kaçarlar.”

werckmeister-harmoniesUmut her zaman vardır…

Bela tarr, Karanlık Armoniler’i prologa benzer bir sahne ile açar. János kahvedeki sarhoşların ricası üzerine Güneş tutulmasını canlandırır. Ay Güneş ile Dünya arasına girer ve her şey kararır, her şey soğur, her şey donar. Fakat bu üzün sürmez. Karanlığın yerini tekrar aydınlık alacaktır…

Filmi ben biraz politik bir noktaya koyarak okudum. Her şey yolunda gidiyorken ve insanlar gündelik yaşamlarına devam ediyorlarken birden bir kötülüğün geldiğini hissederler. Ve insanlar kendi aralarında yavaş yavaş bunu konuşmaya başlarlar. Adı konulmayan bir kötülük geliyordur. Ve o sıralar kasabaya bir sirk geleceği söylenir. Sirk bir büyük balina ile beraber bir prens getiriyordur. İnsanlar hissedilen kötülüğü sirkin gelmesine yorarlar. Gerçekten de öyledir, sirk geldikten sonra şehir kara bulutlarla kaplanır, insanlar gizlenir, sesler kesilir, korku hakim olmaya başlar ve çeteler ortaya çıkar. Film boyunca bu kötülüğü uzun planlarla ve kamera hareketleri ile hissederiz, kötülük seyirciye de dokunur…

Sirk kasabaya geldikten sonra toplumun saygı duyduğu sanatçı György Eszter’i bulur. Bunu ayrı yaşadığı karısı aracılığı ile yaparlar. Karısı, sanatçının eski başarısızlıklarının, bir nevi utanç dolu zamanlarının temsilidir ve bir nevi bir şantajdır. Polislerle iş birliği içerisindedir. Sanatçıyı konforunu bozmakla tehdit ederler ve ondan insanları ikna etmesini isterler. Özellikle listelenmiş kişileri. Çünkü önemli olan bu kişileri susturmaktır. Aksi halde sonuçlar kasabalıya kötü yansıyacaktır. Filmdeki sanatçımız toplumu yönlendiren kanaat önderlerinin temsilidir. Kahraman olma duygusuna esir düşer. Fakat farkında olmadan kötülüğün sözcülüğünü üstlenir. O artık olabilecek kötü şeylerin bir parçasıdır.

Sirk ve balina kapitalist rejimin getirdiği gösteriş dünyasının yansımasıdır. Rejim insanlara şatafatla gelir. Renklidir, farklıdır, “enleri” içinde barındırır ve aynı zamanda da tüm bu şatafat ile gerçeği insanlardan sinsice saklar. Balina ile gelen prens ise işte bu gerçeği temsil eder ve film boyunca gözükmeyi reddeder. Fakat insanlar ne kötülük olarak yordukları bu şatafata teslim olurlar ne de polisin güdümündeki sanatçıya. Sirki de çeteleri de orada istemiyorlardır. Bu dakikadan sonra devreye prensin emirlerine uyan çeteler girer. Bu çeteler rejimin her toplumda ortaya çıkardığı ne olduğu belirsiz, kayıp ruhlu, benliği olmayan kalabalıklardır. Tek yaptıkları şey yıkımdır. Var olan her şeyi, kurulu her düzeni acımasızca yok eder, yağmalar, yakıp yıkar, insanları öldürür ve onlara her türlü zararı verirler. Buna ne polisler ne de askerler müdahale eder. Rejim artık gelmiştir ve kasabadadır. Orada artık yozlaşma vardır, orada artık kötülük vardır.

Bütün filmi filmin ana karakteri Janos Valuska’nın gözünde izleriz. Valuska ise hiçbir şeyle ilgilenmeyen, ne olup bittiğine çok takılmayan, diğer insanların getir götürünü yapan yani hayatın içinde kendi yaşamına dalmış, emredileni yaptığı sürece huzurda olduğunu sanan insanları, apolitikleri temsil etmektedir. Ve nihayetinde o da adının listede olduğunu öğrenir ve kasabadan kaçmaya çabalar ama başarılı olamaz.

Filmin sonunda ise ne sanatçıya ne de Valuska’ya yaşayacak bir yer kalmamıştır. Her yeri rejime hizmet edenler sahiplenip paylaşmışlardır. Ve son plan-sekansta Bela Tarr bize sanatçı ile balinayı aynı karede gösterir. Artık sanatta rejimin bir oyuncağıdır, saflığını yitirmiştir, sanatçı ise sirkteki bir balinadan farksız değildir. Hepsinin tek bir amacı rejimin kötü ve kanlı ruhunu gizlemektir. Bunu başaramadıkları zaman ise toplum bizzat rejim tarafından sindirilip darp edilir.

Pekala gelelim hastane sahnesine. O sahne ise Bela Tarr’ın bize umudu gösterdiği tek sahnedir. Her şeyi yakıp yıkan, insanlara saldıran, hastaları bile döven azgın kalabalık hastanedeki yaşlı, zayıf ve son derece masum duran bir adam karşısında eylemsizliğe geçer.

Masumiyet…

Güneş ışıklarının tekrar dünyaya vurmasını sağlayacak, karanlığı ve kötülüğü durduracak yegane şey…

Filmin müzikleri ise malumunuz. Mihály Vig – Valuska
İnsana filmi yaşatırlar. Ve o müziklerle beraber seyirci de kötülüğe teslim olmuş gibi hisseder. Gerçi hangimiz kötülüğün esiri değiliz ki…

-Mgk

Yorum bırakın