Bir gün doğumu beyazlığı üzerine…

bernard buffet

“Sende zaman zaman aşık oluyor musun, Theo? Olmanı isterdim, çünkü, inan bana, küçük dertlerinde bir değeri var…”

Van Gogh kardeşine bir mektupta bunları söyler. Küçük dertlerinde bir değeri vardır der, aşk için. Evet öyledir. Özellikle sevmenin nasıl bir şey olduğunu unutmuş insanlar için bu derdin çok büyük bir değeri vardır. Uzakta yürüyen bir insan siluetine benzer aşk. Gelir mi gider mi bir türlü kestiremez insan. Dikkatlice bakar. Tanımaya çalışır. Kimdir? Nasıl biridir? Şekli nedir, şemali nedir? Hızlı mı gelmektedir yoksa yavaş mı? Cevap bulması zor büyük bir gizemdir bu. Ama iki seçenek vardır, o siluet ya küçüldükçe küçülüp gözden kaybolacaktır ya da gitgide büyüyecektir yürüdükçe. Uzakta yürüyen bir insan silueti gibidir aşk, soru işaretleri ile dolu…

Aşk, doğanın insan üzerinden oynadığı acı tatlı bir oyundur. Belki de bir oyundan ziyade bir doğa olayıdır. Tıp ki diğer doğa olayları gibi. Ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı kestirilmez. Ve tabi ardında bırakacağı tahribatta. İşte gelelim şimdi asıl sorumuza. Peki ya aşık olmak istemeyeceğimiz birine aşık olmuşsak? Peki ondan hoşlandığımızı asla kendisine söyleyemeyeceğimiz birine kapılmışsak? İnsan bu güzel dertten nasıl kurtulur?
Bazı insanlar vardır büyük aşklar yaşamışlardır ve bir şekilde o aşklar zamanın içinde un ufak olmuş geride belki güzel belki de unutulmak istenen kötü hatıralar bırakmışlardır. Sonuç olarak ortada yaşanılan hatırlandığında tebessüme ya da hüzne yol açan somut bir şeyler vardır. Acaba hangisi daha zordur? Yaşanılanları unutmak mı yoksa hiç yaşanmamış ve yaşanmayacak olanları unutmak mı? İşte bir platoniğin aşktan bulduğu belası budur: asla yaşayamayacağı şeyleri unutmak zorunda olmak…
İnsan, kendi kafasında canlandırdığı, gerçeğin kendisinden bile daha güzel bir şekilde inşa ettiği, her ayrıntısı özene bezene tasarlanmış o aşk dolu dünyayı nasıl unutabilir? Bu, bu kadar çözümsüz bir sevgi midir? Evet bazıları öyledir. Öyle ki sevdiği kişi çıkıp karşısına dikilse ve “işte buradayım dilediğin gibi sev beni” dese ona, “hayır ben seni değil düşlerimdeki suretini seviyorum” diyenler olacaktır. Çünkü bir platoniğin kafasında tasarladığı o dünya artık onun bağımlılığıdır. Bu bağımlılıktan nasıl kurtulunur? Ah aşk sen ne garip bir doğa olayısın. Keşke her gün batımından sonra kayalar gibi buz kesse de yüreğimiz geceler boyunca aşk ateşiyle bu denli yanmasa.

Küçük dertler…
İnsanın hem hep başının ucunda olmasını istediği hem de ondan çok uzaklara kaçıp gitmek istediği o değerli mi değerli küçük dertler…

Havalar ısındı. Bu havalarda insanın gönlü kozasından yeni çıkmış bir kelebek gibi güçlenip uçmak, uçup çiçeğine varmak istiyor. Benim gönlüm ise öylece kozasının başında bekleyip duruyor. Korkuyor, bir çiçeğe konup onu incitmekten korkuyor. Bu güzel havalar da kalbimin içine bir hüzün dolar ki tarifi zor. Kaçacak delik ararım fark edilmemek için. Hep mi Orhan Veli”nin “beni bu havalar mahvetti” dizesine teslim olmamak için Sezai Karakoç’un “açma pencereyi perdeleri çek” dizesine sığınacağım…

Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Mona Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.

Evet benim gönlüm bu yüzden uçmak istemez. Anla Mona Rosa ben bir deliyim. Gelip de pencerene bağıramam, seni sevdiğimi sana duyuramam. Çünkü bilirim bir acı bakışın bitirir beni, bir ufak sözün incitir beni.
Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir…

Sen Mona Rosa…
Duyar mısın sesimi?
Anlamanı isterdim beni oradan,
uzaklardan…
Bir de uyanmak kollarında
bir gün doğumu beyazlığında…

– mgk.

***https://www.youtube.com/watch?v=idun7b2Z9-E&ab_channel=2K%27s

Yorum bırakın