Yaban’ın ardından…

YakupKadriKaraosmanoğlu
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun en bilindik romanlarından birisidir Yaban. Aynı zamanda edebiyatımızın en iyi eserlerinden birisi olarak da gösterilir. İyi bir edebi eserden beklenen birtakım kriterler vardır. Bu kriterlerden birisi de yazarın içinde bulunduğu dönemi iyi gözlemleyip güçlü tespitleri basit bir sunumla okuyucuya aktarabilmesidir. Bu tespitler aracılığı ile okuyucu eseri okuduğu herhangi bir zaman ile geçmiş arasında kolayca köprü kurabilir. Yaban bu köprülerin belki de en sağlam olanıdır.  Kitabı en basit haliyle, “Kurtuluş Savaşının ortasında kalmış bir Anadolu köyünde yaşayan insanların hal ve halet-i ruhiyesi.” olarak özetleyebiliriz. Fakat Yakup Kadri dönemin diğer edebiyatçıları gibi Anadolu insanını yalnızca kahramanlık hikayeleri ile anlatıp yüceltmez onları sert biçimde eleştirerek deyim yerindeyse yerin dibine sokar. Bu da okuyucuları büyük bir dönemsel ve toplumsal eleştiri ile karşı karşıya bırakır. Gelgelelim bu eleştiri okları aradan geçen onca zamana rağmen basiretsizliğini üzerinden atamamış insanımızı hedef almaya devam etmektedir.

Birinci dünya savaşında yedek subay olarak çarpışıp bir kolunu kaybeden Ahmet Celal, milliyetçi bir gençtir. İşgal altındaki İstanbul’da yaşamayı hazmedemez ve emir eri Mehmet Ali’nin çağrısı üzerine onun Anadolu’daki köyüne yerleşir. Keza düşman işgalinde yaşamaktansa vatanın göbeğindeki bir Türk köyünde, mücadeleye ve savaşa yakın olmayı daha anlamlı ve doğru bulur. Fakat köye varır varmaz büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Köydeki ilk zamanlarında köylüler tarafından pek hoş karşılanmaz. Onu devlet tarafından gönderilmiş bir memur, bir tahsildar sanıp korkulu gözlerle ve tedirginlikle izlerler. Bir zaman sonra Ahmet Celal’in sıradan biri olduğuna kanaat getirdiklerinde ise gözlerindeki korku yerini acıma duygusuna bırakır. Ama yine de İstanbul’dan gelen bu okumuş ve sakat adamı aralarına almayıp ona “Yaban” adını takarlar.

– Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyor?
-Yabansınız da ondan beyim.
-Bu “yaban” lafı beni önce çok kızdırdı. Fakat, sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanların kendilerinden başkasına “barbar” lakabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar.

Ahmet Celal köydeki ilk zamanlarında köyü ve köylüyü gözlemler, düşüncelerini tuttuğu günlüğe aktarır. Köy okulsuzdur. Çocuklar sokaklarla haşır neşir, cılız ve pislerdir. Ki sadece çocuklar değil, kadınlar ve erkeklerde pistir. Şöyle der;

“Hasat mevsimlerinden sonra haftalarca her nevi hububat aynı yalakta yıkanır ayıklanır. Hatta çok kere, yenilecek şeylerin; çocuk bezleri, kirli don ve gömleklerle bir arada çalkalandığı da olur. Bu pisliği onlara anlatmak bir türlü mümkün değildir.
Bu gibi iddialarımı yalnız Mehmet Ali tasdik eder görünür. Lakin, pisliğin köylülükten o kadar ayrılmaz bir vasıf olduğuna kanidir ki, bununla uğraşmaya hiç istek göstermez.”

Yakup-Kadri-Karaosmanoğlu-Fotoğrafları-8Bununla da bitmez. Eğitimsizlik ve temizlik sorunu elbet dikkate değer sorunlardır ama bunlardan da elzem köylünün derisine islemiş müthiş bir umursamazlık ve kayıtsızlık vardır. Nitekim Ahmet Celal savaşın dışında bile kalsa devlet havadisleri ile ilgilenir, Mustafa Kemal önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşını büyük bir merak ve heyecanla takip eder. Bilakis köylü için vatan, zafer, düşman, işgal gibi kelimeler hiçbir anlam ifade etmez. Onlar için savaş yok gibidir, her şey yolundaymış gibi davranırlar ve savaşın sonucundan çok tarladan alacakları mahsulü önemserler. Ahmet Celal’in tüm hatırlatmalarına ve dokundurmalarına rağmen adeta bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesiyle yaşamlarına devam ederler. Öyle ki daha dün savaşta emir erliğini yapmış Mehmet Ali bile savaş bahsi açıldığında utana, sıkıla, “Beyim Allah vere de bizi tekrar askere almasalar.” der.

“Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur. Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir. Onlara bir şey söylediğim zaman hiçbir şey anlamaz gibi bön bön yüzüme bakarlar. Sonra kendi aralarında bir şey mırıldanırlar. Hissederim ki sözlerimi anlamışlar fakat söylediklerimi kabul etmiyorlar. Bazen bıyık altından bana gülümsediklerini sezerim.”

İlerleyen zamanlarda İnönü zaferlerinin haberleri gelir. Ahmet Celal bu müthiş haberleri kutlamak ister ama ne yazık ki yalnızlığa mahkûm olur. Namusunu ve onurunu korumak için savaşıp sağ kolunu kaybettiği Türk köylüsü hemen kilometrelerce ilerideki cephede türlü imkansızlıklara rağmen canını dişine taka taka düşmanı yenilgiye uğratmış Türk askerinin bu müthiş zaferlerine karşılık bir kutlamayı bile başaramaz. Bunun yerine köye gelen halife ve işgal kuvvetleri taraftarı şeyhlerin dolduruşlarına, uçaklar tarafından köye atılan düşman bildirilere inanıp, sevinip bütün bu savaşa sebep olarak Mustafa Kemal ve çevresini gösterirler. Onlara göre düşman İzmir’de dururken onları buralara kadar getiren şey Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bitmek bilmeyen tacizidir.

“Ne halifeyi ne de peygamberi bildikleri var. Fakat “kurtarmaya geliyoruz” sözü, bilmeksizin pek hoşlarına gidiyor. Kurtarmak! Sizi kim kurtarabilir? Sizi gökten melekler insan kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır.”

Bir süre sonra kurtuluşu gözledikleri düşman köye ayak bastığında ise iş işten geçmiştir. Yunanlar evleri ve damları yakıp yıkar, köylünün mallarına el koyar hatta yetmez öldürür, taciz ve tecavüz eder. Bu ahval ve şerait içinde eli kolu bağla kalan köylü yaptığı hatanın farkına varmış olsa da bir mücadele varlığı gösteremeyecek kadar aciz duruma düşer.

B9789754700060Roman boyunca karşımıza çıkan bir de aşk hikayesi vardır. Sembolik bir anlam taşır. Bu hikâyeyi Ahmet Celal’in köylü ile kaynaşma çabası olarak yorumlayabiliriz. Kahramanımız köylü kızı Emine’ye âşık olur fakat kendisinin günlüğünde de sık sık dile getirdiği gibi bu aşk imkansızdır. Emine burada köylüyü temsil eder; cehalettir, kimliksizdir, umursamazdır. Ahmet Celal ise şehirli insanı temsil eder; eğitimdir, kişiliktir, heyecandır. Ahmet Celal tüm çabalarına rağmen Emine’yi kazanamaz. Keza Emine okumuş, zengin, yakışıklı Ahmet Celal yerine bodur, çelimsiz ve cahil olan köylü İsmail’i seçer. Bu seçim yine aynı şekilde Türk köylüsünü sembolize eder. Türk köylüsü asla ve asla doğru olanı tercih edememektedir.

Yakup Kadri Yaban’da Türk köylüsüne sert eleştiriler getirse de Türk aydınının hatasını da yüzüne vurmaktan çekinmez. Anadolu halkının cahil, çirkin, eğitimsiz, sağlıksız, milli bilinçten uzak kalmasının sebeplerini Türk aydınına bağlar. Ona göre Türk aydını İstanbul’da kendi kabuğuna çekilmiş, sırtını halka dönüp yüzünü batıya doğrultmuştur. Batıyı örnek almaları doğru olsa da batıdan aldıkları hürriyet ve milliyet duygusunu Anadolu’ya aktaramayıp Türk köylüsünü heyecanlandırmayı başaramamışlardır. Türk aydını ve Türk köylüsü bu savaşı kazanıp bu kalkınmayı başarabilecek güçtedirler lakin bunun için İstanbul ile Anadolu’nun kaynaşması, Türk köylüsünün şiarının değiştirilmesi gereklidir.

“Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin.”

“Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.”

Türk aydınının bu vakte kadar aydınlatamadığı karanlık Anadolu’yu şimdi bir güneş misali Mustafa Kemal ve silah arkadaşları aydınlatmaya çalışmaktadırlar.

“Türkiye’nin karanlık semasında Mustafa Kemal adı bir şafak yıldızı gibi parlıyor.”

Bütün kitap boyunca köylülerin istiklal mücadelesine karşı duyarsız tavırları Ahmet Celal’i sinirlendirip, umutsuzlaştırsa da o dönemin Türk köylüsünün yaşadıklarını düşününce onların bu hal ve davranışlarını anlamamak büyük bir hata olur. Önce 93 Harbi, sonra Balkan Savaşları ve o büyük savaşların ardından gelen Birinci Dünya Savaşı derken uzun yıllar süren savaşlardan bıkmış halk, sonu gelmez çilelerin ve yoksullukların altında ezilmiş, Türk aydını tarafından unutulmuş ve sadece kendi gündelik yaşamlarının derdine düşüp, şeyhler gibi din sömürücüsü yaratıkların eline mahkûm edilmiştir…

“Bu rüyada, Türk köylüsü ile Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Emine’nin bir ağaç dalına benzeyen kolları benimle o husumet ve ilgisizlik kolları arasında kalın 83 ve sağlam bir bağdı. Köyde geçirdiğim iki üç yıllık zaman içinde, bana bir cehennem azabı çektiren bütün tiksintilerim, öfkelerim, gayzlarım, isyanlarım, umutsuzluklarım sağ böğrümdeki yaradan sızan kanlarla beraber akıp gidiyor. Sanki içimin ufuneti patlayıp bu delikten boşalıyor gibi… Öyle bir rahatlık, öyle bir rahatlık hissediyorum ki…”

Yaban’dan bugüne bakış…

Günümüzde Anadolu köylüsü ile Türk aydınına baktığımızda o dönemki uçurumun hala devam ettiğini ve geçmişteki hatalardan gerekli derslerin çıkartılmadığını görüyoruz. Türk aydını bu seferde şehir merkezlerinde kalıp Türk köylüsünün yaşamına dokunamamakta, onlarla empati kuramamakta ve onları yönlendirip bilinçlendirememektedir. Buna karşın Türk köylüsü de aradan geçen o kadar zamana rağmen bilime ve çağdaş eğitime gerekli önemi vermeyip hala inatla birtakım şeyhlerin ve hocaların peşinden giderek ayakta uyutulmakta, uyuşturulmaktadır. Bütün bu gidişat ne Türk aydını adına ne de Türk köylüsü adına iç açıcı değildir. Kimsenin geçmişten ders çıkarıp geleceği Türk milleti adına olumlu yönde inşa etmediği aşikâr. Yanlış siyasi ve ekonomik politikalarla devlet tarafından sosyo-politik ve sosyo-kültürel açıdan yıpratılmış, yarım bırakılmış bir Türk milleti mevcuttur. Yazarın o dönem üzerinde önemle durduğu milli bilinç şuuru ise bugün içeriğinden tamamen uzaklaşmış bir vaziyette insanımıza tesir etmektedir. Anadolu insanı artık Türklüğünü gözetmektedir lakin bu sadece dillere pelesenk olmuş birkaç laftan ibarettir. Türk milleti Türklük bilinci ile beraber uygarlaşacak, medenileşecek, teknolojisi ve bilimi ile dünyanın en büyük milletlerinden biri olacakken bugün elde avuçta sadece avuntu bir Türklük duygusu kalmıştır.

832784
Halide Edip, Falih Rıfkı ve Yakup Kadri…

Yakup Kadri’nin Yaban’ı hem geçmişi hem de günümüzü anlatmaya devam eden ve toplumun her kesimine mesajlar veren önemli bir eserdir.
Okuyup, okutulması şiddetle tavsiye edilir. Arzuladığımız güzel günlere…
Hoş kalın…

-Mgk

Yorum bırakın