Umberto Eco’nun “Beş Ahlak Yazısı” denemesinden -Basın Hakkında- No.I

umberto-eco1
Umberto Eco (1)
BASIN HAKKINDA (NO.I)

Sayın senatörler,

Size sunacağım kısa bildiri, İtalyan basınının durumu, özellikle siyaset dünyasıyla ilişkileri üzerine bir tür “şikâyetname”dir. Bu yakınmayı basının arkasından değil, onun temsilcilerinin önünde yapabiliyorum, çünkü söyleyeceklerimi 1960’lı yıllardan beri yazdım, üstelik çoğunlukla İtalyan gazetelerinde ve dergilerinde. Bu, özgür ve önyargısız bir basının kendini yargılama 1 yetisine sahip olduğu bir ülkede yaşadığımız anlamına gelir.

Dördüncü erk basının işlevi, elbette Öteki gelensel üç erki denetlemek ve eleştirmektir (ekonomik güç ve partilerle sendikaların temsil ettiği güçle birlikte) ama basın bunu özgür bir ülkede yapabilir, çünkü eleştirisinin bastırmaya yönelik işlevleri yoktur; kitle iletişim araçları ülkenin siyasal yaşamını yalnızca kamuoyu oluşturarak etkileyebilir.

Buna karşılık, geleneksel erkler, medyayı yalnızca medya aracılığıyla denetleyip eleştirebilirler; aksi takdirde, müdahaleleri, ister yürütme ister yasama ister yargı yoluyla olsun, bir yaptırıma dönüşür — bu da yalnızca medyanın suç işlemesi veya siyasal ve kurumsal dengesizlik durumları yaratıyor görünmesi durumunda olabilir. Ama medya, bizim örneğimizde basın, eleştirilerden bağışık kalamayacağına göre, basının kendisini sorgulaması demokratik bir ülkede sağlıklılık koşuludur.

Bununla birlikte, çoğu zaman basının özeleştiri yapması yeterli değildir; hatta, bu özeleştiri sağlam bir suçsuzluk kanıtı ya da, daha katı bir yaklaşımla söylersek, Marcuse’un “bastırıcı hoşgörü” adını verdiği şeyin bir örneği olabilir: Bir kez kendini eleştirmeye yönelik yansızlığını ortaya koyduktan sonra basın artık kendini ıslah etmekle ilgilenmez. Yaklaşık yirmi yıl önce Livio Zanetti benden Espresso dergisi üzerine uzun bir eleştiri yazısı istemiş ve bu yazıyı Espresso’da yayımlamıştı. Belki aşırı bir alçakgönüllülük olarak görünecek, ama Espresso daha sonra daha iyi hale geldiyse, benim yazım sayesinde olmadı bu, olayların doğal gelişimi sayesinde oldu. Hatırladığım kadarıyla, eleştirimin hiçbir yararı olmamıştı.

Bu şikâyetnamemi dile getirirken, basını siyaset dünyasıyla ilişkileri açısından eleştirmek amacında değilim sanki siyâset dünyası basının istismarlarının masum kurbanıymış gibi. Siyaset dünyasının ana çizgileriyle vermeye çalışacağım durumdan yüzde yüz sorumlu olduğunu düşünüyorum.

Şunu da belirtmeliyim ki, kötülüğün yalnızca İtalya’da olanlar olduğunu düşünen dar kafalılardan biri de olmayacağım. Çoğunlukla ecnebi hayranı basınımızın hatasına da düşmeyeceğim; İtalyan basını bir ecnebi gazetenin adını verdiğinde, gazete adının önüne her zaman güvenilir” sıfatını yerleştirir, böylece New York Post’ta yazılmış bir sözü kullanmak istediğinde bu gazeteden “güvenilir New York Post diye söz eder ve bir noktayı göz ardı eder: New York Post insanların Omaha, Nebraska’da okumaktan utanç duyacakları dördüncü sınıf bir gazetedir. italyan basınının yaşadığı dertlerin büyük bir bölümü hemen hemen her ülkede ortaktır. Ama öteki ülkelerden ancak kesinlikle gerekli olduğunda olumsuz olarak söz edeceğim, çünkü “iki haksızlık asla bir haklılık etmez.” Ve öteki ülkeleri, yalnızca bizim için de olumlu bir ders olduğunu gördüğüm durumlarda örnek vereceğim.

Son bir açıklama: Dürüst bir eleştiri adına gönderme metinleri olarak Repubblica, Corriere della Sera ve Espresso’yu kullanacağım;bunlar yıllardır yazı yazdığım veya halâ yazmakta olduğum yayınlar, bu yüzden eleştirilerim önyargılı veya kötü niyetli olarak değerlendirilemez. Ama ortaya koyacağım sorunlar, bütün İtalyan basınıyla ilişkili olacak.

1960’lı ve 1970‘li Yılların Polemikleri

1960’lı ve 1970’li yıllarda basının doğası ve işlevine ilişkin polemik iki konu üzerine yoğunlaşıyordu: (i) haber ile yorum arasındaki fark, dolayısıyla nesnellik gereksinimi; (ii) gazeteler, partilerin veya ekonomik grupların yönettiği siyasi araçlardır, kasıtlı olarak anlaşılmaz bir dil kullanırlar, çünkü gerçek işlevleri yurttaşlara haber vermek değil, okurların bilgisi ötesinde bir başka iktidar grubuna şifreli mesajlar göndermektir. Siyasal dil aynı ilkelere öykünüyordu ve “paralel doğruların birleşmesi” sözü kitle iletişim araçları literatüründe bu dilin simgesi olarak kaldı: İtalyan parlamentosunun koridorlarında zar zor anlaşılabilen, sıradan ev kadınının ise nüfuz edemediği bir dildi bu.

Göreceğimiz üzere, bu iki konu büyük ölçüde eskimiştir. Bir yandan, nesnellik üzerine çok geniş kapsamlı bir tartışma yapılmıştır; birçoğumuz hiçbir zaman gerçekten nesnel haberin var olmadığını (hava durumu bültenleri dışında) savunuyorduk. Yorum ile haberi kesin olarak birbirinden ayırabilsek bile, haberin seçimi ve sayfadaki düzenlenişi örtük bir yargı öğesi oluşturur. Son yirmi otuz yıldır “temalaştırma” (aynı sayfa üzerinde bir biçimde birbirleriyle bağlantılı haberlerin verilmesi) adı verilen üslup iyice yerleşti. Temalaştırmaya bir örnek olarak 22 Ocak tarihli Repubblica’nın 17. sayfasını vereceğim. Dört yazının başlıkları şöyle: “Brescia, Doğurduğu Kızını Öldürten Anne”; “Roma. Babası Hapse Giren Dört Yaşındaki Çocuk Evde Tek Başına Pencere Korkuluğunda Oynuyor”; “Roma, Çocuklarına Bakmak İstemeyen Anneler de Hastanede Doğum Yapabilir”; “Treviso, Boşanan Bir Anne, Annelik Görevini Bir Yana Bırakıyor”. Gördüğünüz gibi, terk edilmiş çocuk tehlikesi temalaştırılmaktadır. Sormamız gereken soru şudur: Bu dönemde tipik güncelliği olan bir sorun mu bu? Bu olaylarla ilgili her haber veriliyor mu? Yalnızca dört olay söz konusuysa, istatistiksel açıdan önemsiz bir olay olurdu bu; ama temalaştırma, haberi, klasik yargı-karar retoriğinin exemplum adını verdiği (bir kuralın çıkarıldığı veya dolaylı olarak çıkarılmasının önerildiği tek bir olay) bir konuma yükseltmektedir. Yalnızca dört olay söz konusu ise, gazete bize olay sayısının çok daha fazla olduğunu düşündürmektedir; olay sayısı çok daha fazla olsa, gazete bize bunu söylememiş olacaktı. Temalaştırma, dört haber vermekle kalmaz, çocukluk durumu üzerine güçlü bir görüşü dile getirir – gece yarısı 17. sayfayı nasıl dolduracağın, bilemeyen redaktör ne düşünmüş olursa olsun. Bununla, temalaştırma tekniğinin yanlış veya tehlikeli olduğunu söylüyor değilim; yalnızca temalaştırmanın bize, tamamıyla nesnel haberler vererek de görüş bildirebileceğini gösterdiğini söylemek istiyorum.

Şifreli dil sorununa gelince, basınımızın bu dilden vazgeçtiğini söyleyeceğim, çünkü siyasetçilerin dili de değişti; artık mikrofonlar karşısında bir kâğıda yazılmış anlaşılmaz ve karmaşık cümleleri okumuyorlar, kimi açıkça dava arkadaşlarının hainin teki olduğunu söylüyor, kimi bas bas bağırıp erkeklik organının dikleşebilme niteliklerinden söz ediyor. Hatta basın günümüzde “halk” adı verilen o magmamsı varlığın kolaylıkla anlayabildiği bir dile yöneliyor, ama halkın yalnızca kalıp tümcelerle konuştuğunu varsayıyor. Corriere della Sera’nın 11 Ocak 1995 tarihli sayısından bazı kalıp tümceleri örnek vermek istiyorum (öğrencilerimin İtalyan basınındaki kalıp tümceleri bir araya getirdikleri bir aylık çalışmadan parça parça veriler kullanmaktayım): “Çıkmadık candan umut çıkmaz”, “Tam bir çıkmazla karşı karşıyayı”, “Dini gözyaşı ve kan vaat ediyor”, “Quirinale savaşa hazır”, “İş işten geçtikten sonra akılları başlarına geldi”, “Pannella verip veriştirdi”, “Yumurta kapıya dayandı, ahlanıp vahlanacak vakit yok”, “Hükümetin daha epey yol alması gerekiyor”, “Kendi savaşımızı yitirecektik”, “Boğazımıza kadar battık.” Repubblica’nın 28 Aralık 1994 tarihli sayısında şu tümceleri buluyoruz: “Ne yârdan vazgeçmeli ne serden”, “Çoğa tamah eden azla yetinir”, “Allah dostlarımdan korusun beni”, “Kötünün de kötüsü ittifak arayışları”, “Fininvest yeniden sahaya çıkıyor”, “Gafın böylesi görülmemiştir”, “Olan oldu”, “Tedavisi güç bir hastalık”, “Rüzgâr ters yönden esiyor”, “Televizyon aslan payını alıp, bize yalnızca kırıntıları bırakıyor”, “Normale dönelim artık”, “Ratinglerde büyük bir düşüş yaşandı, İpin ucunu kaçırmak“, “Gözlerini açmak”, “Piyasaya kulak vermek”, “Fena hırpalandı”. “Dayanılmaz yürek acısı”, Savaşın hakkını vermek”… Gazete değil, bir tür Saatli Maarif Takvimi! Şunu sormak gerek: Sonuçta bu klişeler paralel doğruların birleşmesi” sözünden daha mı açık, daha mı anlaşılmaz; hiç olmazsa Kızıl Tugaylar o sözün ne anlama geldiğini anlamışlar, gerçekten de ona göre davranmışlardı.

“Halk”a yönelik bu kalıp sözlerin yüzde elli oranında köşe yazarlarınca uydurulduğuna, yüzde elli oranında ise parlamenterlerin beyanlarından aktarıldığına dikkat ediniz. Görüldüğü gibi, gene bir kalıp söz kullanarak söylemek gerekirse, “çember daralıyor” ve gözler önüne serdiğimiz şeytani ittifakta kimin aldatan kimin aldatılan olduğu belli değil.

Demek ki, nesnelliğe ve şifreli dile ilişkin eski tartışma sona ermiş durumda. Yeni sorunlar söz konusu. Nedir bu sorunlar ve nasıl doğarlar?

Gazetenin Dergi Haline Gelmesi

1960’lı yıllarda gazeteler henüz televizyonun rekabetinden olumsuz yönde etkilenmemişlerdi. Yalnızca Achille Campanile, 1962 yılının Eylül ayında Grosseto’da yapılan televizyon konulu bir konferansta parlak bir sezgisini dile getirmişti: Bir zamanlar gazeteler önce bir haber verir, sonra başka yayınlar devreye girerek konuyu derinleştirirlerdi; gazete, “Mektup geliyor” sözüyle biten bir telgraftı. Artık 1962’de telgraf haberi akşam saat sekizde televizyon veriyordu. Ertesi gün gazete aynı haberleri veriyordu; dolayısıyla, gazete “Telgraf geliyor, daha doğrusu geldi,” sözüyle biten bir mektuptu.

Neden yalnızca Campanile gibi bir mizah dehası bu Çelişkili durumu fark etmişti? Çünkü o zamanlar televizyon rejim yanlısı olarak değerlendirilen bir veya iki kanalla sınırlıydı, dolayısıyla kaynak olarak güvenilir kabul edilmiyordu (büyük ölçüde değildi de); gazeteler daha fazla şey söylüyor, üstelik bunları daha belirgin bir dille yansıtıyorlardı; güldürü ustaları ya sinemada ya da kabarede kendilerini gösteriyor, televizyona pek çıkmıyorlardı; siyasal iletişim meydanlarda, yüz yüze veya duvarlardaki ilanlar aracılığıyla gerçekleşiyordu. 1960’lı yıllarda televizyondaki siyasi konuşmalar üzerine bir araştırma, birçok siyasi açık oturum programının analizi yoluyla şunu ortaya koyuyordu: Komünist Partinin temsilcisi kendi önerilerini ortalama televizyon izleyicisinin beklentilerine uydurmak amacıyla, sonunda Hıristiyan Demokrat temsilcinin söylediklerine çok benzer şeyler söylüyor, farklılıklar ortadan kalkıyor ve her biri olabildiğince yansız ve güven verici görünmeye çalışıyordu. Şu halde, polemik, siyasal mücadele, bir başka yerde -geniş ölçüde gazetelerde- gerçekleşiyordu.

Sonra nicel (kanal sayısı giderek arttı) ve nitel bir sıçrama oldu; devlet televizyonunun içinde bile siyasal açıdan farklı eğilimleri olan üç kanal ortaya çıktı; hiciv, hararetli tartışma, atlatma haber mekanizması televizyona geçti; hatta cinselliğin önündeki engeller de ortadan kalktı, o derece kalktı ki, akşam on birdeki bazı programlar Espresso veya Panorama’nın kaba et kaslarını sınır olarak gören tutucu kapaklarından çok daha gözü pekti. Gene 1970’Ii yılların başlarında, Amerikan talk-showları üzerine ayrıntılı bir inceleme yazdığımı anımsıyorum, bu yazıda uygar, esprili, seyircileri gece geç saatlere kadar ekran başında tutabilecek sohbet programları olarak talk-showları övüyor, İtalyan televizyonunun bu tur programlar yapmasını hararetle öneriyordum. Sonra talk-show İtalyan ekranlarında giderek daha büyük ufkuyla beliriyor, ama yavaş yavaş şiddete dayalı -kimi zaman fiziksel şiddet- bir buluşma yeri haline geliyor bir tür dobra dobra konuşma okuluna dönüşüyordu (doğruyu söylemek gerekirse, böyle bir gelişme kısmen öteki ülkelerin talk-show programlarında da yaşandı).

Böylece televizyon haberlerin yayılmasında birincil kaynak haline geliyor ve gazetenin önünde iki seçenek kalıyordu: Şimdilik “kapsamlı irdeleme” şeklinde tanımlayacağım ilk seçenekten daha sonra söz edeceğim; ama kanımca basının büyük ölçüde ikinci yolu izlediği -“duygusallaştığı”- söylenebilir. Gazete, şovlara, magazine, siyasetle ilgili dedikodulara, gösteri dünyasına ayırdığı geniş yerle giderek dergilere benzemeye başladı. Bu, üst düzey dergileri (Panorama, Epoca, Europeo, Espresso gibi) zora sokmaktadır; dergilerin seçebilecekleri iki yol kalmaktadır: Ya aylık hale gelecekler (ama artık sadık bir okur kitlesi ve oturmuş bir satışı olan, çeşitli konularda -yelkencilik, saatler, yemek, bilgisayarlar- uzman dergiler vardır); ya da orta düzey (Gente ve Oggi gibi) ve alt düzey (Novella 2000, Stop, Eva Express gibi) dergilere ait dedikodu alanını işgal etmek zorunda kalacaklardır, bir başka deyişle, orta düzey dergilerin kraliyet düğünleri düşkünü okurlarını, ya da alt düzey dergilerin zina haberi meraklısı ve mahrem yerlerde sergilenmiş göğüs fotoğrafları tutkunu okur kitlesini hedef alacaklardır.

9789755108339_front_coverAma üst düzey dergiler yalnızca son sayfalarında alt veya orta düzey dergilerin seviyesine inebilirler ve bunu yapmaktadırlar da – gerçekten de, göğüsleri, aşk ilişkilerini ve evlilik haberlerini aramanız gereken sayfalar bunlardır. Kaldı ki, dergiler bunu yapmakla kendi okur profilini yitirmektedirler; bir üst düzey dergi ne denli orta veya alt düzeye yaklaşırsa, o denli kendi geleneksel okurundan farklı bir okur kitlesi edinmekte ve artık kime yönelik yayın yaptığını bilemeyerek bunalıma girmektedir; tiraj artmakta ve kimlik kaybolmaktadır. Öte yandan gazetelerin haftalık dergileri, dergilere öldürücü bir darbe indirmektedir. Bir tek çözümü olabilir bunun; Amerika’da üst düzey okurlara yönelik yayın yapan New Yorker gibi yayınların izlediği yolu izlemek; New Yorker, aynı zamanda tiyatro gösterilerinin listesini yayımlamakta nitelikli çizgi filmlerden söz etmekte, kısa şiir antolojileri vermektedir, hatta Helen Wolf gibi önemli bir öncü yayımcı kadın üzerine kırk sayfa uzunluğunda bir yazı yayımlayabilmektedir. İtalyan dergileri, Times’ın veya Newsweek’in yolunu da izleyebilir; bunlar, gazetelerin ve televizyonun sözünü ettiği olaylardan söz eden, ama bu olaylar üzerine önemli bilgiler veren veya farklı kalemlerin yazdığı kapsamlı dosyaları yayımlayan dergilerdir; sözünü ettiğimiz dosyalardan her biri aylarca süren planlama ve çalışmayı ve en ince noktasına kadar gözden geçirilmiş bir belgeler bütününü gerektirmektedir, bu yüzden de bu dergilerin olgusal verilere ilişkin tekzip mektupları yayımlamaları çok seyrek olan bir şeydir. Öte yandan, New Yorker’da yayımlanacak bir makale bile aylarca önceden ısmarlanmakta ve yazı yetersiz bulunsa bile yazarına (yüksek bir) ücret ödenip yazı çöpe atılmaktadır. Son derece pahalı bu tür dergiler yalnızca İngilizce konuşan bir dünya pazarında varlığını sürdürebilir; okuma göstergelerinin henüz çok yüksek olmadığı İtalyanca konuşan sınırlı pazarda varlıklarını sürdürebilmeleri ise olanaksızdır.

Buna bağlı olarak, dergi gazeteyle aynı yoldan giderek onu izlemeye çaba göstermekte ve her biri aynı okurları ele geçirmek için ötekini aşmaya çalışmaktadır. Parlak Europeo dergisinin kapanmasının, Epoca’nın televizyon atılmalarından destek alarak umutsuzca alternatif bir yol aramasının, Espresso ve Panorama dergilerinin farklılaşmak için mücadele vermelerinin nedeni budur, böyle bir mücadele verilmekte, ama okur kitlesi bunu giderek daha az fark etmektedir. Sık sık, Panorama’da yazdığım haftalık yazılarım için bana iltifatta bulunup, yalnızca yazılarımı okumak için her hafta Panorama dergisi aldıklarından övgüyle söz eden, aralarında aydınların da bulunduğu tanıdıklarımla karşılaşıyorum.

(Umberyo Eco’nun haftalık yazıları Panoroma dergisinde değil Espresso dergisinde yayımlanmaktadır.)

Gösteri İdeolojisi

Peki ya gazeteler? Haftalık dergilere dönüşmek için sayfa sayılarını artırmakta, sayfa sayılarını artırabilmek için reklam pastasından daha fazla pay almaya çalışmakta, daha fazla reklam almak için gene sayfa sayılarını araştırmakta ve ekler icat etmektedirler, bütün bu sayfaları doldurmak için bir şeyler anlatmaları gerekmekte, bunları anlatmak için kuru haberin (üstelik televizyonun daha önceden vermiş olduğu) ötesine geçmek zorunda kalmaktadırlar; dolayısıyla, giderek daha çok haftalık dergilere benzemektedirler ve haber uydurmak, haber olmayan şeyi habere dönüştürmek zorundadırlar.

Bir örnek vereyim. Aylarca önce, Grinzane’de aldığım bir ödül dolayısıyla, törene katılanlara beni meslektaşım ve dostum Gianni Vattimo takdim etti. Felsefeyle uğraşanlar benim görüşlerimin Vattimo’nunkilerden farklı olduğunu, bununla birlikte karşılıklı olarak birbirimizi takdir ettiğimizi bilirler. Bazıları da gençliğimizden beri arkadaş olduğumuzu ve her neşeli ortamda birbirimize sataşmaktan hoşlandığımızı bilirler. O gün Vattimo neşeli yolu seçti ve sevgi dolu, esprili bir sunuş yaptı, ben de aynı şekilde şaka yollu bir yanıt verdim, espriler ve paradokslarla ezeli görüş ayrılıklarımızın altını çizdim. Ertesi gün bir İtalyan gazetesi bir kültür sayfasının tamamını Grinzane’deki buluşmaya ayırmışı; yazara göre bu buluşma İtalyan felsefesi alanında yeni, dramatik ve beklenmedik bir kopuşun başlangıcıydı. Yazının yazarı bunun bir haber olmadığını, hatta bir kültür haberi bile olmadığını gayet iyi biliyordu. Yalnızca, var olmayan bir olay yaratmıştı. Siyaset alanında benzer örnekler bulmayı size bırakıyorum. Ama kültür örneği ilginçtir: Gazete, bir gösteri ideolojisinin egemen olduğu, kültüre, gösterilere ve magazine ayrılmış gereğinden çok sayfayı doldurmak için bir olay kurgulamak zorundaydı.

23 Ocak Pazartesi günkü Corriere (44 sayfa) ile Repubblica (54 sayfa) gazetelerini alalım. Corriere’nin sayfa sayısı daha yoğun olmakla birlikte, aynı nicelikte malzemeyle karşı karşıyayız. Pazartesi güç bir gündür, yeni siyasal ve ekonomik haberler yoktur, geriye bir tek spor kalır. İtalya’da o gün, hükümet krizi doruk noktasında olduğundan, gazeteler başyazılarını Dini-Berlusconi çekişmesine ayırabilmektedir. “Auschwitz günü” İsrail’deki bir katliam ilk sayfanın büyük bir bölümünü doldurma olanağı sağlamaktadır, buna ek olarak Andreotti olayı ve Corriere için Kennedylerin annesinin ölüm haberleri vardır. Geriye Çeçenistan’la ilgili haberler kalmaktadır. Peki kalan yeri nasıl doldurmak? İki gazete sırasıyla 7 ve 4 sayfayı şehir haberlerine, 14 ve 7 sayfayı spora, 2 ve 3 sayfayı kültüre, 2 ve 5 sayfayı ekonomiye ve 8 ve 9 sayfayı magazin, gösteri ve televizyona ayırmaktadır. Her iki gazetede de, 32 sayfadan en az 15’i haftalık dergilere özgü servislere ayrılmıştır.

Şimdi aynı pazartesi günü çıkan New York Times’ı alalım. 53 sayfadan 16’sı spora, 10’u bu dev şehrin sorunlarına, 10 u ekonomiye ayrılmıştır. Geriye 16 sayfa kalmaktadır. Amerika’da bir hükümet krizi söz konusu olmadığından Washington’a fazla yer ayırmak gerekmemektedir, bu yüzden “Yurt Haberleri”nin 5 sayfası iç olaylara ayrılmıştır. Daha sonra, İsrail’deki katliam haberinin ardından, Peru, Haiti, Kübalı sığınmacılar, Ruanda, Bosna, Cezayir, yoksulluk konulu uluslararası konferans, deprem sonrası Japonyası, piskopos Gaillot olayı üzerine en az on yazı görüyorum. Bunu, yorumlardan ve siyasi analizlerden oluşan yoğun iki sayfa izliyor.

İki İtalyan gazetesi Peru, Haiti, Küba ve Ruanda’dan söz etmiyor. İlk üç konunun Avrupalılardan çok Amerikalıları ilgilendirdiğini de kabul edelim, ama her durumda İtalyan gazetelerinin gösterilere ve televizyona ayrılan yeri artırmak için bir yana bıraktıkları, uluslararası güncelliği olan konular vardı. New York Times, yalnızca pazartesi günü olduğu için, iki sayfasını media business’e ayırmaktadır, ama yazılanlar gösteri dünyasından kişiler hakkında tahminler ve yerli yersiz sözler değil, show business hakkında ekonomik düşünceler ve çözümlemelerdir.

Gazete ve Televizyon

İtalyan basını artık televizyonun idaresi altındadır. Bildik dille söylemek gerekirse, basının gündemini televizyon belirlemektedir. Dünyada televizyon haberlerinin birinci sayfadan verildiği hiçbir basın yoktur, meğerki bir önceki akşam Clinton veya Mitterrand ekranlardan konuşmuş veya ulusal bir zincirin genel müdürü değiştirilmiş olsun.

Bana sayfaların bir biçimde doldurulması gerektiğini söylemeyin. İşte 22 Ocak Pazar günkü New York Times gazetesi. İlanlar, kitap dergisi, eğlence rehberi, yolculuk rehberi, arabalar, vb. dahil olmak üzere toplam 569 sayfa. Televizyondan söz edilen sayfalara bakalım (üstelik televizyon Amerikan halkının imgeler dünyasında geniş yer tutan bir alet): Televizyondan sanat ve gösteri ekinin 32 sayfasında söz ediliyor; burada, programlardaki ırksal önyargılar üzerine bir yazı ve yanardağlarla ilgili güzel bir belgesel üzerine uzun bir değerlendirme yazısı var. Elbette, televizyon programlarını gösteren bölüm de var, ama televizyon konusu eğlence ve magazin ekinde bile yer almıyor. Şu halde, sayfaları doldurmak ve halkın ilgisini çekmek için televizyondan söz etmek gerektiği doğru değil. Bir seçim bu, bir zorunluluk değil. Aynı gün İtalyan gazeteleri Chiambretti’nin bir televizyon programına geniş yer veriyordu (henüz yayımlanmamış bir programdı, bu yüzden bir tür bedava reklam niteliğindeydi); haberin özü, Chiambretti’nin kameralarla üniversitede ders verdiğim sınıfa girmeye çalışması, benim de mekâna ve yapılan işe gösterilmesi gereken saygı dolayısıyla çekime izin vermememdi. Haber bu idiyse (çünkü birkaç dokunulmaz alanın televizyona kapalı olması da haberdir), ilginç kısa haberler arasında yazılacak dört satırlık bir yazı yeterli olurdu.

Peki o sınıfa elinde bir kamerayla herhangi bir siyasetçi gelseydi ve ben kendisinden içeri girmemesini isteseydim? Sınıfa girmese ve ekranda görünmese bile bu haber gazetelerin birinci sayfalarında yer alırdı. İtalya’da siyaset dünyası televizyonda bir şeyler söyleyerek (hatta söyleyeceklerinin neler olduğunu bildirerek), gazetenin öncelikler gündemini belirlemektedir ve basın ertesi gün ülkede olanlardan değil, olanlarla ilgili televizyonda ne söylenmiş veya söylenebilecek olduğundan söz etmekledir. Bununla kalsa gene iyi, çünkü bir siyasetçinin televizyondaki kışkırtıcı bir esprisi artık zaten resmi basın bildirisinin yerini tutmaktadır. Ama artık İtalya’da, siyaset haberleri arasında, sıradan iki siyasetçinin tokatlaşması da ilk sayfada yer almaktadır.

Hiç kuşku yok ki, başka herhangi bir ülkeden çok daha fazla, televizyon yaşamının siyasal yaşamla iç içe geçtiği bir ülkede yaşıyoruz, öyle olmasa siyasetçilerin televizyon kanallarında eşit süreli konuşma hakkı tartışma konusu olmazdı. Üstelik bu tartışma, daha Bernabei zamanında, yani henüz Fininvest ortada yokken yapılıyordu; öyleyse, basın bu iç içe geçişin muhasebesini yapmalıdır. Ecnebi bir arkadaşım, 29 Ocak Pazar günü, yalnızca İtalya’da, o gün, Repubblica’nın birinci ve yedinci sayfasında, Comere’nin ise beşinci sayfasında Chiambretti’nin birçok sütunu işgal eden tarihsel açıklamasının yer alabileceğine dikkatimi çekiyordu: “Vazgeçmeyeceğim” (yalnızca önceki gün bir siyasetçinin meydan okuması yüzünden söyleniyordu bu sözler). Hiç kuşkusuz, bir komedye-nin mesleğine ilişkin kararı birinci sayfada verilecek haber olmamalıdır, hele hele komedyen yaptığı televizyon programını bırakmaya değil, sakin sakin sürdürmeye karar veriyorsa. Adamı ısıran köpek değil, köpeği ısıran adam haber ise; bu, bariz olarak köpeğin kimseyi ısırmadığı bir durumdu. Bununla birlikte, biliyoruz ki, ilkiyle karşıt görüşten bir başka siyasetçinin de karıştığı bu tartışmanın arkasında bir rahatsızlık duygusu, belirgin siyasal çeşnisi olan bir polemik vardı. Diyebiliriz ki, basının bu polemiği ilk sayfada vermek zorunda kalması kendi suçu değil, İtal-ya’daki durumun suçuydu. Gene de, İtalya’daki durumun oluşmasında basının da sorumluluğu olduğunu söyleyeceğim.

Daha en baştan basın, televizyon kitlesini kendine çekmek için, televizyonu ayrıcalıklı siyasal alan olarak sunup, doğal rakibinin ölçüsüzce reklamını yaptı. Siyasetçiler bundan gerekli sonuçları çıkarıp televizyonu seçtiler, televizyonun dilini ve tavırlarını benimsediler; ancak bu yolla basının da dikkatini çekebileceklerini kesin olarak biliyorlardı.

Basın gösteriyi gereğinden çok siyasallaştırdı. O zaman, siyasetçinin Cicciolina’yı parlamentoya sokarak kendini göstermeye çalışması doğaldı; Cicciolina tipik bir örnek çünkü içgüdüsel sakınganlıkla televizyon basının Cicciolina’ya derhal verdiği yeri vermemişti.

Söyleşi

 

200220160947203031800
Umberto Eco (2)

Gündemi belirlemede televizyonu ölçü alan basın televizyonun üslubunu da taklit etmeye karar verdi. Söyleşi, herhangi bir haberi -siyaset, edebiyat, bilim hakkında- vermenin en tipik biçimi haline geldi. Birisinden söz ederken o kimsenin görüntüsünü de vermek zorunda olduğunuz için, söyleşi televizyonda bir zorunluluktur; ama geçmişte basının her zaman son derece sınırlı olarak kullandığı bir yöntemdir. Söyleşi yapmak, kendi yerinizi, istediğini söylemesi için bir başkasına armağan etmeniz demektir. Bu konuyla ilgili tek bir örnek düşünmek yeterli olacaktır: Bir kitap yayımlayan bir yazarın durumu. Okur basından bir değerlendirme ve yönlendirme bekler ve ünlü bir eleştirmenin görüşüne veya başlığın ciddiyetine güvenir. Ama günümüzde bir gazete, her şeyden önce o yazarla söyleşi yapmayı başaramazsa bozguna uğradığını düşünmektedir. Yazarla söyleşinin anlamı nedir? Kaçınılmaz olarak, yazarın kendi reklamını yapmasıdır. Yazarın, rezil bir kitap yazmış ol-duğunu söylemesi son derece seyrek görülen bir durumdur. Burada genellikle gizli bir şantaj söz konusudur (bunun başka ülkelerde de olduğunu hatırlatmak isterim): “Söyleşi yapmazsan, tanıtma yazısını da yayımlamayız”; ama çoğu zaman söyleşiyle yetinen gazete tanıtma yazısını unutuverir. Her durumda okur aldatılmış olur; reklam eleştirel yargının önüne geçmiş veya onun yerini almıştır ve çoğunlukla eleştirmen, sonunda kitap hakkında yazdığında, artık kitabı değil, yazarın çeşitli söyleşilerde kitap hakkında söylediklerini tartışır.

Buna bağlı olarak, bir siyasetçiyle yapılan söyleşi belirli bir önemi olan bir hareket olmalıdır: Ya gazeteyi bir araç olarak kullanmak isteyen siyasetçinin önerdiği (bu yeri siyasetçiye verip vermemek gazetenin elindedir), ya da siyasetçinin belirli bir tavrını derinlemesine aktarmak isteyen gazetenin önerdiği bir şeydir. Ciddi bir söyleşinin çok uzun sürmesi gerekir ve söyleşi yapılan kişi (hemen her ülkede olduğu gibi) daha sonra, yanlış anlamaları ve tekzipleri önlemek üzere, söyleşi metnini gözden geçirmelidir. Günümüzde gazeteler günde yaklaşık on kadar söyleşi yayımlıyorlar; bu söyleşilerde söyleşinin yapıldığı kişi başka gazetelerde söylediklerini söylüyor, ama rekabeti elden bırakmamak için, o gazetenin söyleşisinin öteki gazetedekilerden daha ilginç olması gerekiyor. Buna bağlı olarak, söyleşi oyunu şu ilkeye dayanıyor: Siyaset-çinin ağzından, yarım yamalak bir itiraf koparmak, sonra bunu bilinçli olarak vurgulayarak skandalı patlatmak.

Öyleyse, önceki gün söylediğini ertesi gün yalanlamak için hep devreye giren siyasetçi basının kurbanı mıdır? O zaman ona şu soruyu sormamız gerekir: “İyi ama, neden söyleşi yapıyorsun? Neden etkili no comment (yorum yok) tekniğini kullanmıyorsun?” Geçen ekim ayında, milletvekillerinin gazetecilerle konuşmasını yasaklayan Bossi bu yolu seçmiş görünüyordu. Bossi’yi basının saldırılarıyla karşı karşıya bıraktığı için, kaybetmeye yazgılı bir seçim miydi bu? Yoksa, ona en az iki gün süreyle gazetelerin hepsinde tam sayfa görünme imkânı verdiği için kazançlı bir seçim mi? Parlamento gazetecilerinin söylediğine göre, daha sonra kesin bir dille yalanlanan tüm beyanlarda, üstü örtülü itiraf siyasetçiye aittir; siyasetçi ertesi gün yalanlayabilmek için gazetenin bu beyanını basmasını istemekte, bu arada nabız yoklamakta ve bir ima ya da bir tehdidi hedefine göndermektedir. O zaman kurnaz siyasetçinin kurbanı parlamento muhabirine sormak gerekir: “Neden oynuyorsun bu oyunu? Neden söyleşi metnini siyasetçiye gösterip onaylatmıyorsun?

Sorunun yanıtı basittir. Bu oyunda herkesin kazanacağı bir şeyler vardır ve kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Oyun baş döndürücü olduğu ölçüde, bir günden ötekine beyanlar birbirini izler, okur bağlantıları kaybeder ve söylenmiş olanları unutur; buna karşılık, gazete haberi satar, siyasetçi ise öngördüğü yararı sağlar. Okurun ve yurttaşın aleyhine yapılmış bir pactum sceleris, yani bir “düzenbazlık anlaşması”dır bu. Öylesine yaygındır ve öylesine benimsenmiştir ki, yaptırımı gerektiren bir eylem olmaktan çıkmış, sözel bir alışkanlık haline gelmiştir. Ama, bütün suçlarda olduğu gibi, sonuçta kazançlı çıkmaz insan; ödenmesi gereken bedel, gerek basın gerek siyasetçi için güvensizliktir, okurun umursamazlığıdır.

Söyleşiyi daha çekici kılmak için, daha önce belirtildiği gibi, siyasal dilde de köklü bir değişiklik meydana gelmiştir; televizyondaki tartışma ve münakaşaların üslubuna öykünen siyasal dil artık sakıngan değil, gösterişli ve doğrudandır. Uzunca bir süre, bir kâğıttan çekinceli ve anlaşılmaz bir beyanı okuyan İtalyan siyasetçilerden yakınmıştık ve mikrofonların karşısında doğaçlama konuşuyor görünen, konuşmalarına birkaç güzel espri kat¬mayı da ihmal etmeyen Amerikalı politikacılara hayranlık duyuyorduk. Ama, durum böyle değildi: Amerikalı politikacılardan birçoğu üniversitelerinin çeşitli “konuşma merkezlerinde” (speech centers) ders görmüştü; görünüşte doğaçlama izlenimi veren, ama aslında en ince ayrıntılarına kadar hesaplanmış bir konuşma sanatının kurallarını izliyorlardı, bugün de izliyorlar; (gaflar bir yana bırakılırsa) gerekli elkitapçıklarına kaydedilmiş veya geceleyin “gölge yazarlar” (ghost writers) tarafından yazılmış esprileri yapıyorlardı, bugün de yapıyorlar.

İlk cumhuriyetin “parlak” belagatinden yoksun ikinci cumhuriyet siyasetçisi gerçekten de doğaçlama konuşmaktadır. Daha anlaşılır, ama çoğunlukla denetimsiz bir konuşmadır bu. Özellikle dergileşme kararı almış gazeteler için bu yeni konuşma tarzının tam anlamıyla bir nimet olduğunu söylemeye gerek yok. Teşbihte hata olmaz ama, kasaba lokantalarına özgü psikolojik mekanizmayı bilirsiniz: Biri içkiyi fazlaca kaçırıp ilk kaba sözü söylediğinde, herkes onu teşvik etmek ve her tür sınırı geçmesini sağlamak için elinden geleni yapar. Talk- showlarda kendini gösteren tahrik dinamiği budur, muhabir ile siyaset adamı arasındaki ilişkide kendini gösteren dinamik de budur. “Siyasal mücadelenin yozlaşması” olarak tanımladığımız olguların yarısı bu denetlenmesi olanaksız dinamikten kaynaklanmaktadır. Elbette, bu baş döndürücü süreçte, daha önce belirttiğim gibi, okurlar beyanın gerçek içeriğini unutmaktadır; ama yerleşik hale gelen şey, tartışmanın tonudur, her şeyin geçerli olduğu kanısıdır.

Yazının devamını okumak için: Umberto Eco’nun “Beş Ahlak Yazısı” denemesinden -Basın Hakkında- No.II

Yorum bırakın