FYODOR DOSTOYEVSKİ / Suç ve Ceza – Sıradan ve olağanüstü insanlar…

dostoyevskyportrait
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Bütün bu konuştuğumuz şeyler, suç, çevre, küçük kız… Bana sizin bir yazınızı hatırlattı aslında, her zaman ilgimi çekmiştir o yazınız benim. “Suçlar üzerine”… Ya da… Durun bakayım, nasıldı?.. Neyse, başlığını hatırlayamıyorum. İki ay kadar önce “Periodiçeskaya Reç” gazetesinde okumak zevkini tatmıştım.”

Raskolnikov şaşırmıştı:

“Benim bir yazım mı? “Periodiçeskaya Reç”de? Gerçekten de altı ay önce, üniversiteden ayrıldığımda, bir kitap üzerine bir yazı yazmıştım, ama yazımı “Periodiçeskaya Reç”e değil, “Yejenedelnaya Reç”e vermiştim.” “Ama “Periodiçeskaya Reç”de çıktı.” “Yejenedelnaya Reç” kapandığı için yazımı basamamışlardı…”

“Doğru, “Yejenedelnaya Reç” yayınına son verdi ve “Periodiçeskaya Reç’le birleşti. Yazınız da bundan dolayı, iki ay önce “Periodiçeskaya Reç”de yayımlandı. Demek bilmiyordunuz?”

Raskolnikov gerçekten de bilmiyordu.
“Gidip kendilerinden yazınızın parasını isteyebilirsiniz! Doğrusu şaşılası bir insansınız! Öylesine kabuğunuza çekilmişsiniz ki, sizi doğrudan ilgilendiren şeylerden bile haberiniz yok. Bu bir gerçek!”

Razumihin bağırdı:
“Bravo, Rodya! Bundan benim de haberim yoktu! Bugün hemen bir okuma odasına gidip gazetenin o sayısını arayacağım! İki ay önce mi dedin? Tarihini tam biliyor musun? Neyse, arar bulurum! Şu ise bak! Söylemez de!”

“Peki siz yazının benim olduğunu nasıl anladınız? İmza yeri ne adımın baş harfleri vardı?”

“Bir rastlantı sonucu öğrendim: hem de bugünlerde… Gazetenin yazı işleri müdürü arkadaşımdır… Yazı beni çok ilgilendirmişti…”

“Yanlış hatırlamıyorsam, suç sürecinde suçlunun psikolojik durumunu incelemiştim.”

“Evet. Ve, suçu gerçekleştirme anında suçlunun hasta olduğunu savunuyorsunuz. Doğrusu çok, ama çok özgün bir düşünce… Ama biliyor musunuz, beni, yazınızın bu bölümüne değil de, sonlara doğru ileri sürdüğünüz, ama ne yazık ki üstü kapalı olarak, anıştırma biçiminde ileri sürdüğünüz, bir düşünce daha’ çok ilgimi çekti… Kısacası, hatırlıyorsanız, yazınızda ima yollu her tür suçu, her tür cinayeti işleyebilecek… İşleyebilecek değil de, işlemeye hakları olan birtakım insanlardan ve bunlar için yasa ve benzeri engellerin bulunmadığından söz ediyorsunuz…”!

Raskolnikov, düşüncelerinin art niyetle ve zorlamalı bir biçimde çarpıtılmasına gülümsedi.

Razumihin biraz da korkuyla:
“Nasıl? Bu da ne demek?” diye sordu. “Suç işleme hakkı mı? Yoksa yine ‘çevrenin bozukluğundan’ mı!”

“Hayır, bu kez çevreyle hiçbir ilgisi yok işin” dedi Porfiriy. “Sorun şu ki, Rodion Romanoviç’in yazısında insanlar “olağanüstüler” ve “sıradan olanlar” diye ikiye ayrılıyor. Sıradan insanlar uysal, söz dinler kişiler olarak yaşarlar ve yasaları çiğneme hakları yoktur, çünkü onlar, adları üstünde, sıradan insanlardır. Yanılmıyorsam böyleydi..?”

Razumihin, şaşkınlık içinde: “Ama nasıl olur? Hayır olamaz!” diye söylendi.

Raskolnikov yine gülümsedi. Sözü nereye getireceklerini hemen anlamıştı. Yazısını hatırlıyordu. Meydan okumayı kabul etti. Sakin, alçak gönüllü:

“Yazımda ileri sürdüklerim sizin söylediğiniz gibi değildi”, dedi. “Yine de itiraf ederim ki, düşüncelerimi doğru, hatta tümüyle doğru bir biçimde özetlediniz (Tümüyle doğru olduğunu kabul etmesi hoşuna gitti). Aramızdaki biricik fark, benim, sizin söylediğiniz gibi, olağanüsü insanların her zaman, her türlü rezilliği ille de yapabileceklerini, yapmak zorunda olduklarını söylememiş olmamdır. Sanırım, öylesi bir yazının yayımlanmasına zaten izin vermezlerdi. Ben yalnızca “olağanüstü” insanın ülkülerinin gerçekleşmesi için gerekiyorsa (yalnızca bu koşulla: ülkülerinin gerçekleşmesi için gerekiyorsa… Kaldı ki, bunlar tüm insanlık için de kurtarıcı birtakım ülküler olabilirler) bazı engelleri aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini (resmi olmayan bir haktır bu) ima etmiştim. Demin yazımın pek açık olmadığını buyurdunuz! Elimden geldiğince onu size açmaya hazırım. Sizin istediğinizin de bu olduğunu söylersem, sanırım yanılmış olmam. Buyurun öyleyse. Kepler ya da Newton’un buluşlarını, çeşitli kombinezonlar yüzünden bu buluşların açığa çıkmasına engel olan, bunların yolunu tıkayan bir, on, yüz ya da daha çok kişinin hayatları feda edilmeden insanlık öğrenemeyecekti diyelim. Bu durumda bence, Newton’un buluşunu tüm insanlığa iletebilmek için bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bu onun için bir zorunluluktu. Bundan hiçbir zaman Newton’un önüne geleni asıp kesmeye, ya da her gün çarşı pazarda hırsızlık etmeye hakkı olduğu sonucu çıkmaz. Daha sonra, hatırımda yanlış kalmadıysa, bu görüşümü şöyle geliştiriyordum: En eskilerden başlayıp, Likurg, Solon, Muhammed, Napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de, toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrıcasız hepsi birer suçluydular. Doğaldır ki bunların hepsi amaçlarına yardımı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. Hatta çok ilginçtir: bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kan dökücüdür. Kısacası ben buradan şu sonuca varıyorum: büyükler bir yana, toplum içinde birazcık sivrilen, yani topluma söyleyecek birazcık yeni bir şeyleri bulunanlar, doğaları gereği, tabii kimi az, kimi çok birer suçlu olmak zorundadırlar. Tersi durumda zaten sivrilmelerine olanak yoktur; öte yandan sürünün içinde kalmayı da yine doğaları gereği kabul edemezler, ki bence de kabul etmemek zorundadırlar. Kısacası, gördüğünüz gibi, buraya kadar söylediklerimde yeni hiçbir şey yok. Binlerce kez tekrarlanmış, yazılıp söylenmiş şeyler bunlar. Benim insanları olağanüstüler ve sıradan olanlar diye bölümlememe gelince, bunun biraz keyfi bir bölümleme olduğunu itiraf ederim; çünkü ben zaten kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben öne sürdüğüm ana düşünceme inanıyorum. Bu ana düşüncenin özü şudur: insanlar doğa yasaları gereğince, genellikle iki biçime ayrılırlar: aşağılar (sıradanlar), ki bunların biricik görevleri, kendileri gibi olanların çoğalmalarını sağlamak, bu işin aracı olmaktır; ve kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve dehasında olanlar. Doğaldır ki, bu arada sınırsız sayıda alt bölümleme yapılabilir. Ama bu iki ana bölümün ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinciler, yani kendileri gibi olanların çoğalmasına araç olanlar, doğaları gereği tutucudurlar, uysaldırlar, boyun eğerek yaşarlar ve boyun eğmeyi severler. Bence de bunlar uysal ve boyun eğici olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevleridir ve burada onlar için aşağılatıcı bir durum söz konusu değildir. İkinci bölümdekilerse, sürekli olarak yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar, ya da yeteneklerine bağlı olarak, yıkıcılığa yatkındırlar. Bunların işledikleri suçlar, doğaldır ki, son derece çeşitli ve görelidir; ama büyük çoğunluğu, birbirinden apayrı nedenler ileri sürerek, daha iyi şeyler adına şimdinin yıkılmasını isterler. Bunların ülkülerini gerçekleştirmeleri için, cesetlerin, kan göllerinin üzerinden atlamaları gerekse, bence, kendilerine bu izni, vicdan rahatlığıyla verebilirler; tabi bu söz konusu ülkünün ne olduğuna, boyutlarının ne olduğuna bağlı olan bir şeydir, bu noktaya dikkatinizi çekerim. Yazımdaki suç işleme hakkını ben bu bağlamda ele aldım. (Hatırlarsanız, hukuksal bir sorunun tartışması olarak girilmiştir konuya). Aslında fazla telaş edecek bir durum yok ortada: ikinci bölümdekilerin kendilerine tanıdıkları hakkı, yığın hiçbir zaman onlara tanımamıştır. Onları en ağır biçimde cezalandırmış, boyunlarını vurmuştur (az ya da çok); bunu yaparken de, tümüyle haklı olarak, kendi tutucu görevini yerine getirmiştir. Bununla birlikte, sonraki kuşaklarda aynı yığın, başları vurulan bu insanların heykellerini dikmiş ve onlara tapınmıştır (az ya da çok). Birinci bölümdekiler hep bugünün, ikinci bölümdekilerse hep yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; ikinciler dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru yöneltirler. Her iki bölümdekiler de tümüyle eşit yaşama hakkına sahiptirler. Tek kelimeyle her iki yanın da hakları birbirine eşittir… Ve… Vive la guerre eternelle* tabii Yeni Kudüs’e kadar!”

“O zaman siz Yeni Kudüs’e inanıyorsunuz?”

“İnanıyorum”, dedi Raskolnikov tok bir sesle. “İnanıyorum” derken de, uzun konuşması süresince de, halı üzerinde bir noktaya gözlerini dikmiş, başını hiç kaldırmamıştı.

“Tanrıya… Tanrıya da inanıyor musunuz? Merakımı bağışlayın.”

“İnanıyorum”, dedi Raskolnikov, başını kaldırıp Porfiri’ye bakarak.

“Peki, ya Lazare’ın** dirilişine?”

“Buna da inanıyorum. Niçin soruyorsunuz bana bunları?”

“Gerçekten inanıyor musunuz?”

“Evet, gerçekten inanıyorum.”

“Demek öyle… Merakım için bağışlayın. Şimdi izin verirseniz, deminki konuya dönüyorum… Her zaman da boyunları vurulmaz onların, hatta kimileri tam tersine…”
“… yaşarken zafer tacını giyerler? Bu doğru, kimileri ölmeden amaçlarına kavuşur, o zaman da…
“…onlar kelle kesmeye başlarlar?”
“Eğer gerekiyorsa… Ve biliyor musunuz, çoğu kez de bu gerekmiştir. Aslında oldukça ince bir espriye dayanıyor düşünceniz.”

“Teşekkür ederim. Yalnız bana şunu söyleyebilir misiniz: bu olağanüstüleri, olağanüstü olmayanlardan nasıl ayıracağız? Doğuştan birtakım belirtileri falan mı var? Demek istediğim, biraz daha açıklık, yani dıştan ayırt etmeyi sağlayacak bir belirginlik gerek: pratik ve iyi niyetli bir insan olarak bu doğal endişemi bağışlayın, ama özel bir giysi, ne bileyim, bir üniforma, ya da rozet gibi bir şeyler taşıyamaz mı bunlar? Çünkü, eğer bir yanlışlık olur da, bu bölümden birisi, kendisinin aslında öteki bölümden olduğunu sanır ve sizin demin göz kamaştırıcı biçimde açıkladığınız gibi “bütün engelleri kaldırmaya” kalkarsa… Kabul edin ki, o zaman…”

“Oo, bu sık sık olur! Doğrusu bu düşüncenizde deminkinden de ince bir espri yar…”

“Teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Yalnız unutmamak gerekir ki, böylesi yanlışlıklar yalnız birinci bölümdekiler, yani benim “sıradanlar” dediklerim (sanırım pek başarılı değilim bu adlandırmada) tarafından yapılabilir… Boyun eğmeye doğuştan yatkın olmalarına rağmen, doğanın, ineklerden bile esirgemediği bazı cilveleriyle, bunlardan birçoğu kendilerini öncü, “yıkıcı” gibi görmeyi severler ve “yeni söz” söyleme hevesine kapılırlar. Üstelik bunu da büyük bir içtenlikle yaparlar. Gerçek yenileri çoğu kez fark edemezler bile, hatta onları geri ve aşağılık şeyler düşünen insanlar olarak küçümserler. Ama burada bence ciddi bir tehlike söz konusu değildir. Sizin de, doğrusu, telaşlanmanızı gerektirecek bir neden yok. Çünkü bunlar hiçbir zaman ileri gidemezler. Kapıldıkları hevesten dolayı ve kendilerine kim olduklarını hatırlatmak için, kuşkusuz bunları kırbaçlamak da mümkündür, ama daha ileri gitmemek gerekir. Hatta kırbaçlama için özel birine de gerek yok burada, onlar kendi kendilerine yaparlar bu işi, çünkü son derece dürüsttürler, hatta bu hizmeti birbirlerinden esirgemeyenler de vardır aralarında; kimileriyse kendisine verilecek cezayı başkasına bırakmaz, bu işi kendi elceğiziyle yapar… Kendilerini çeşitli biçimlerde açık itiraflara zorlarlar… Güzel ve ibret verici bir tablodur bu… Kısacası, telaşlanmanızı gerektirecek bir durum yok… Bu işin böylesi yasaları var.”

“Doğrusu, hiç değilse işin bu yönünden yüreğime su serptiniz… Gelin görün ki telaşlanmayı gerektirecek bir başka nokta daha var: söyler misiniz lütfen, kendilerinde başkalarını boğazlamak hakkını gören şu “olağanüstüler” pek mi çoktur? Ben, kuşkusuz, bunların önünde saygıyla eğilmeye hazırım, ama siz de kabul edersiniz ki, eğer bunların sayıları fazlaysa, bu dehşet verici bir şeydir, öyle değil mi?”

“Ah, bu bakımdan da kaygılanmanızı gerektirecek bir durum yok. Genel olarak yeni düşünceleri olan, hatta yeni denebilecek bir şeyler söyleme yeteneğinde olan insanlar pek seyrek doğarlar, hatta şaşılacak kadar seyrek doğarlar. Bilinen bir şey varsa o da, bütün bu farklı bölümlerdeki insanların doğum düzenlerinin, bir doğa yasasıyla hiç yanlışsız ve kesin olarak belirlenmiş olmasıdır. Kuşkusuz, sözünü ettiğim bu doğa yasasının nasıl bir yasa olduğunu biz şimdilik bilmiyoruz; ama ben bunun varlığına ve sonraları nasıl bir şey olduğunun anlaşılıp herkes tarafından kabul edileceğine inanıyorum. Yeryüzünde milyonlarca insan, bizim için hala bir giz olan birtakım süreçlerle ve birtakım çabalarla, cins ve türlerin birbirleriyle çaprazlanmasını sağlayarak, binde bir olsun özgün ve yaratıcı bir insan dünyaya getirebilmek amacıyla, yalnızca böyle bir amacın aracı olabilmek amacıyla, yalnızca böyle bir amacın aracı olarak yaşıyorlar. Daha yüksek nitelikleri taşıyan bir insan için bu oran onbinde birdir. (Sayıları örnek olsun diye veriyorum.) Daha da yükseği ise ancak yüzbinde bir gerçekleşebilir. Dahiler milyonda bir yetişir; insanlığın olgunlaşmasını sağlayan büyük dehalar için ise yeryüzünden belki de binlerce milyon insanın gelip geçmesi gerekmektedir. Kısacası ben bütün bu sürecin geçtiği imbiğe bakmadım.. Ama bu işlerin belli bir yasasının olması gerektiği hiç kuşkusuzdur. Burada rastlantı söz konusu olamaz!”

*Yaşasın ezeli ve ebedi savaş.
** Tevrat’ta en yoksul insan olarak nitelenen kişi.

suç-ve-ceza-620x350

Yorum bırakın